1. Bölüm
Röportaj ve Fotoğraflar: Hatice Ezgi Özçelik
Sitesindeki kısa biyografide; 1965 doğumlu, Fulbright bursuyla gittiği Massachusetts Institute of Technology’de MArch (mimarlık üzerine master) diplomasını Henry Adams altın madalyasıyla birlikte alan, sonra İstanbul’a gelip kariyerini sanat, fotoğrafçılık ve yeni medya alanında dersler verdiği Sabancı Üniversitesi’nde sürdüren bir sanatçı ve akademisyen olduğu yazıyor. Ama ben Murat Germen’i resmi biyografisinin çok ötesinde sıcak kişiliği, doğru yargıları, sıcak aile ilişkileri ve insancıl kişiliği ile tanıyorum.
Bu söyleşide biz, tanımadığınız Murat Germen’i, Nazım Hikmet’in yakını bir ressam olan annesini, sevgili eşini, oğlu Ege’yi, kızım dediği Maya’sını, bunlarla birlikte kendime çok yakın bulduğum dünya görüşünü, insan ilişkilerini ve tabii ki sanatını konuştuk.
Sanat dünyası ve özellikle biz fotoğrafçılar, sanat alanına yaptığınız katkıları hayranlıkla takip ediyoruz. Sergiler, söyleşiler, paneller… Çağımız, sanatçıyım diye ortaya çıkan, ürettikleri şeylerin bir şekilde alıcısı olan – olmasa bile yaratılan- insanlarla dolu. Benim bu ortamda gerçek sanatçıya vurgu yapmak amacıyla ürettiğim bir söz var: “Sanatta birincil ürün sanatçının kendisidir; yarattığı ise yan/ikincil üründür.” Bu ortamda siz bir “değer” olarak sivrilip, yükseliyorsunuz.
Bu günlere nasıl geldiniz? “Murat Germen”i nasıl yarattınız?
Öncelikle, bu güzel sözler için çok teşekkür ederim, “henüz yeni başladım ve öğreneceğim, paylaşacağım çok şey var!” hisleri içindeyim, aslına bakarsanız. Bunu içtenlikle söylüyorum ve inanmanızı umuyorum.
“Bu günlere nasıl geldim?” meselesinin “dünya buralara nasıl geldi?” ile çok yakından alâkası var. Muhakkak ki vazgeçemediğim bazı ilkelerim, siyasi görüşlerim var; ama, dünya şu andaki haline nasıl evrildiyse ben de yolda buna göre konum almaya çalıştım diyebilirim. Bu devingen duruş mücadelesi içerisinde ön planda tuttuğum en önemli konu ise mümkün olduğunca özgürlük, elden geldiğince az bağımlılık oldu. Burada aldığım yolu, İstanbul Modern’de 2010 yılında Engin Özendes küratörlüğünde açılan “Yol” adlı kişisel sergimdeki kavram metni iyi tanımlıyor:
“Yolda olmayı severim; özgürleştirdiği, sevdiğiniz bir işi yapıyor olsanız bile günlük hayatın rutininden kopardığı, önyargılarınızı kıracak bilgilere ulaştırdığı, olaylara bakış açınızı ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’ diyebilecek kadar nesnelleştirebilmenize yardımcı olduğu, küresel bir bakışa sahip olarak egemen kültürlerin dünyaya yaymaya çalıştıkları küresel yaşam biçimine tepki geliştirmenize olduğu, kendi coğrafyanızdaki bitmek bilmeyen kısır didişmelerden uzak tuttuğu için… Yol bir süreç ve şahsen son üründen çok, son ürün ortaya çıkana dek içinden geçilen sürece önem veriyorum. Varılacak yer kadar, varışa uzanan yol da önemli. Yolda yaşananlar, edinilen tecrübeler varılan noktadaki hayatınızı şekillendiriyor; dolayısı ile yolu ciddiye almak, yolda sabırlı olmak, yolu sadece geçici bir mecra olarak görmemek gerekiyor.
Şimdiye kadarki yaşamımda beni en çok rahatsız eden konulardan biri; insanın her daim mevcut konumunu, yaşam biçimini, politik görüşünü, ait olduğu çeşitli grupları bir makam ve tahakküm aracı olarak kullanması oldu. Azınlık konumunda olanların bile, haklı bir mücadele sonrasında gücü ellerine geçirdiklerinde, mağrur ve bağımsız azınlıklar olarak kalmayı tercih etmek yerine, ellerindeki güçle yetinmeyip çoğunluk olmayı arzuladıklarını gördüm sıklıkla; insanların sistemleri yıkmak istemelerinin tek nedeninin kendi sistemlerini inşa etmek olduğunu gördüm hayal kırıklığı ile. Neredeyse herkesin var olabilmek için bir gruba bağımlı olmayı ve bu grubu, yanlışlarını görmezden gelerek, yüceltmeyi tercih ettiklerini gözlemledim. İnsanların her daim taraf olmak istediklerini, daha zor olan arafta kalmayı beceremediklerini hissettim. Bağımsız kalmayı tercih eden bireylerin ise asilikle, aksilikle, dik başlılıkla suçlandığını, bağımsızlık isteğinin sanki belli bir gruba saldırı gibi algılandığını tecrübe ettim. Sizi bağımsız bir birey gibi göremeyenlerin ise, verdiğiniz sözlü veya yazılı beyanlar sonrası sizi her seferinde ille ya bir gruba ya da diğerine dahil ettiklerini şaşırarak izledim. Yolda olmak beni bu yükten, sıkıntıdan, cendereden, sınıflandırmadan kurtarır; bağımsız hissetmenin en etkin, heyecan verici, keyifli, devingen yoludur yolda olmak…
Yol bize bulmayı öğretir ya da bulduğumuzu sandığımızdan kurtulabilmeyi. Yola çıkmadıkça bulma, kurtulma şansımız daha az olur; hayatı değiştirebilecek rastlantılar ancak yoldayken karşımıza çıkar. Yoldayken bulduklarımızla yola çıkmadan önce yapılan planlar değişebilir, bu yüzden de yol aslında yürürken oluşur. Kısacası, yolunu gözlediğiniz çıkar yolu keşfetmenin yollarından biri yola çıkmaktır… Yol iki taraf arasındaki araftır; devamlı bir yolda olma hali ve aydınlanma düşlüyorum…”
“Başarıya giden her yol mubahtır” yaklaşımından her daim çok rahatsız oldum. Dünyayı, doğayı, iklimi bizleri bu hale getiren en baştaki yaklaşımlardan birisinin bu kapitalist düstur olduğunu düşünüyorum.
Bu metinde anlatılan türden bağımsız kalmaya çalışma halleri, ne yazık ki, bir çok kişi tarafından tehdit olarak algılanabiliyor. Çeşitli hedefli saldırganlıklardan, arkadan iş çevirmelerden ve polemikten çok olumsuz etkilenen, yorulan birisiyim. Bu tür eylemler enerjimi had safhada düşürüyor ve olabildiğince uzak durmaya çalışıyorum. Buna karşın gene de tehdit olarak algılanabiliyorsun, hele bir de bazı konularda söylenmesi gereken ama korkudan söylenemeyenleri söylüyorsan… Kesinlikle isim vermeden genel ahval üzerine bazı saptamalar yapıyorsun; ama üstüne alınan, gocunan, işi seni kara listelere almaya kadar götüren bir çok kişi oluyor…
Toplumda genel kabul görmüş çeşitli başarılar ve karşılığında verilen ödüllerin muhaliflere verilen çeşitli rüşvetler, sus payları olduğunu düşünmeye başladım son zamanlarda.
“Yol”dan dem vurmuşken “başarıya giden her yol mubahtır” yaklaşımından her daim çok rahatsız oldum. Dünyayı, doğayı, iklimi bizleri bu hale getiren en baştaki yaklaşımlardan birisinin bu kapitalist düstur olduğunu düşünüyorum. Toplumda genel kabul görmüş çeşitli başarılar ve karşılığında verilen ödüllerin muhaliflere verilen çeşitli rüşvetler, sus payları olduğunu düşünmeye başladım son zamanlarda. Egemen sistem bu ödülleri (Nobel, Oscar, Pulitzer, vb.) vererek hem muhalif içeriği içselleştirmiş, metalaştırmış, “fiyatını” koymuş oluyor; hem de “ne tür içeriklere ödüller veriliyor” hesapları üzerinden ödül avcıları sistemin istediği türden içerikler üretmeye başlıyorlar. Bu yüzden başarı ve ödül kavramlarını iyice sorgular oldum ve geleceğe yönelik planlarımda bazı değişiklikler yapmaya karar verdim.
Belgenin kendinden menkul bir vazgeçilmez varlığı ve sürdürülebilirliği var. Belge hem anı zaptettiği için zamana bağlı, hem de üretildiği vakitten herhangi bir süre sonra izleyiciler tarafından her daim merakla izlenebilme potansiyeli taşıdığı için zamandan bağımsız; diğer deyişle “zamansız.”
5-6 yıldır belgesel nitelikteki çalışmalara daha çok vakit ayırmaya başladım. Belgenin kendinden menkul bir vazgeçilmez varlığı ve sürdürülebilirliği var. Belge hem anı zaptettiği için zamana bağlı, hem de üretildiği vakitten herhangi bir süre sonra izleyiciler tarafından her daim merakla izlenebilme potansiyeli taşıdığı için zamandan bağımsız; diğer deyişle “zamansız.”
Belgesel konusundaki düşüncelerinizde çok haklısınız. Geçen gün Beykoz’daki Kundura Sinema’da Harvard Üniversitesi, Sensory Etnnography Lab yapımı “Leviathan” isimli, çok farklı “sert ve şiirsel” anlatımı olan yakın ve serbest salınan bir kamera görselliğiyle taçlandırılmış uzun metrajlı, farklı bir belgesel izledim. Görüntülerin çarpıcılığı öyle bir heyecan yaratıyor ki, inanın birbuçuk saat boyunca kaslarımın kasılmasından filmden yorgun ayrıldım.
Belgesel konusuna bir de sanat yönünden bakalım: Sanat eserinin varlığı ve sürdürülebilirliği belgeninki kadar bağımsız değil. Bir yaratının ne zaman sanat olarak tanımlanabileceği, üreten kişinin beyanına ve sanat ortamının bunu kabul edip etmeyeceğine bağlı. Kendinizi kültür-sanat ortamı içinde iyi konumlandıramıyorsanız, ortamı yönlendiren kişilerle ilişkileriniz iyi değilse, sanatı yöneten ve tüketenlerle siyaseten doğrucu bir işbirliği sürdüremiyorsanız, geçerli akım ve modaları izlemek gibi bir motivasyonunuz yoksa, belli muteber profillere sahip değilseniz; istediğiniz kadar eser üretin, bunlar şu ya da bu şekilde gözardı edilecektir. Bu yüzden sanat ve sanat üretimini sermayeye, güce, iktidara zannedilenden çok daha bağımlı bir alan ve eylem olarak görüyorum.
Belgesel içerikli çalışma yapmanın sanatsal içerikli üretime göre daha özgür bir alan olduğunu; hatta güce ve iktidara başkaldırma eğilimleriniz varsa belgesel çalışmaların sanatsal üretim ve tüketime göre daha muhalif bir duruşları olabileceğini düşünüyorum.
Halbuki, belge üretirken bir moderatörün, küratörün, galericinin, simsarın, aracının, koleksiyonerin, yöneticinin müdahalesine, “öneri”sine, yönlendirmesine maruz kalmazsınız çoğunlukla; özellikle de proje size sipariş edilmiş bir kapsam / içerik değilse. Bu yüzden belgesel içerikli çalışma yapmanın sanatsal içerikli üretime göre daha özgür bir alan olduğunu; hatta güce ve iktidara başkaldırma eğilimleriniz varsa belgesel çalışmaların sanatsal üretim ve tüketime göre daha muhalif bir duruşları olabileceğini düşünüyorum. Daha farklı bir açıdan bakarsak belgenin kurguya göre şöyle bir avantajı daha var: Çalışma ortamınızı bir suç mahalli olarak görüyor ve çalışmanızı bu suçun tanıklığı olarak yapıyorsanız ürettiğiniz belge suça bir “delil”dir, kurgusal çalışmanın ne böyle bir iddiası ne de böyle resmî ve hukukî geçerliliği vardır.
Bu çetrefilli, zorlu, engeli bol, çelik gibi bir maneviyat gerektiren yolda çok defa tökezledim. Ruhumun kaldırmadığı, sabrımın tükendiği, çuvalladığım zamanlar oldu. Hatalarımdan öğrenmek gibi bir yanım olduğundan umudumu hiç kaybetmedim.
1.Bölüm’ün sonu, 2. Bölüm sekmesine tıklayınız.
2. Bölüm
- Bölüm’ün devamı…
Kişiliğinizi şekillendiren, olaylar ve durumlar karşısındaki bu kararlı ve inatçı duruşunuzu belirleyen genleri kimden aldığınızı düşünüyorsunuz?
Ressam olan annemin eline gelen bir işi bitirmekteki inadı, el becerisi, pratik zekasının genler aracılığı ile bünyeme kazınması şüphesiz yardımcı oldu. Babamın dil, felsefe ve kültür konularındaki takıntılı titizliğinin bende bıraktığı izler güvenilir içerikler yaratabilmemde faydalı oldu. Ben tek çocuk olarak sosyal açıdan biraz yabani büyüdüm; beni bu yabanıllıktan kurtaran, insana ve insanlığa karşı olan inancımı yitirmememi sağlayan kişiler ise anneannem (nene derdim ona) Samiye Yaltırım ve dedem Seyda Yaltırım oldu. Ben 8 aylıkken ayrılan annem ve babamın yerine geçtiler, beni şefkat ile sahiplendiler, olumsuz anlamdaki yabaniliğimi olumlu anlamda ehlileştirdiler. Nenem Nâzım Hikmet’in kızkardeşi. Nâzım 1963’de ölmüş, ben iki sene sonra doğmuşum. Karşılaşmamız hiç mümkün değildi. Eldeki bazı Nâzım fotoğraflarının röprodüksiyonlarını yaparken özellikle 60’lı yıllarda çekilmiş portrelerde şairin yüzünde gördüğüm ifade bana o kadar tanıdık geldi, Nâzım’ı neneme o kadar benzettim ki “ben Nâzım’ı gıyaben tanıyorum” diyebildim. Onlarca dile çevrilmiş, yurtdışında “Türküm” deyince önyargıları es geçerek olumlu davranmaya eğilimli insanların, aile bağımı bilmeden sitayişle bahsettikleri Türkiyeli küçük insan grubunun içinde her zaman adı geçen şairin ailesinden olmaktan dolayı gurur duyuyorum, duyacağım!
Kendi çekirdek ailenizin yaşamınızdaki yerini nasıl tanımlarsınız?
Evet, kendi ailemden bahsetmek zamanı geldi :) İstediğiniz gibi bir hayat kurmak hiç kolay değil. İlk başlarda kısıtlı mali imkanlarla yola devam etmeniz gerekebiliyor. Siz buna fit oluyorsunuz tamam ama ailenizin de bu seçime anlayış göstermesi gerekiyor. Eşim Sema Uygur Germen, bitmek bilmeyen taleplerde bulunarak işleri zorlaştırmaya eğilimli birisi hiç değil zaten; ama hakkını teslim etmem gerekir, çok sabır gösterdi bana (önceki bölümde bahsettiğim yabaniliği üzerimden tam attığımı söyleyemeyeceğim henüz). Şanslıyım böyle bir insanın desteğini, sevgisini aldığım için. Sema emekli olalı beri tam bir destek vermeye başladı. Birçok projemde hem manevi, hem fikri, hem de fiziki desteği olmuştur, olmaya devam ediyor. “Senin ismini bazı sergilerde eş-sanatçı olarak yazmam gerekir” diye söylediğimde ise, sanatçı kafasının aksine, bu konuda pek heyecan göstermeyecek kadar da tevazu gösterebilen birisi :) Sema nenem gibi birisi, bana hayatın yaşamaya değer olduğunu hissettiren az sayıda insanların başında geliyor. Beni bir çok konuda eğitti, ehlileştirdi; ne denir ki, iyi varım, iyi ki varsın Semoş!
Oğlum Ege Germen ise 13-14 yaşlarında Youtube’da siyasi içerikli videolar izleyecek kadar gündeme meraklı, insan haklarına çok erken yaşlardan itibaren duyarlı, erişkin bir adamın beyninin ergen bir vücuda hükmetmeye çalıştığı bir adam oldu şu ana kadar. Siyaset bilimi ve tarih okudu, çok güzel hedefleri var, mazlum insanların haklarını savunmaya niyetli; yolu açık olsun, kötülükler ondan uzak dursun! Bu iyi kalpli, heyecanlı, ateşli, hayatı çok seven adam oğlum olduğu için gerçekten şanslıyım.
Dört ayaklı kızım Maya’yı atlamak mümkün mü?
Ahh! Maya, instagramdan takip ettiğim kadarıyla, şimşekten korkup masaların altına saklanış halleri beni hep güldürüyor.
Maya, hayatımdaki en asude dostlarımdan birisi. Beni eğitiyor, uysallaştırıyor, günün ortasında durduk yerde yüzüme gülücükler konduruyor… O kadar barışçıl bir ruh ki, ona bir gün “ruhlarımız başka bir ortamda keşke tekrar bir araya gelse de aileyi tamamlasak!” derken buldum kendimi. Ona hiç komut öğretmedim, çünkü Maya benim emir erim veya arkadaşlarıma gösteri yapması beklenen bir palyaço değil. Çok konuşuyorum onunla, görseniz halime gülersiniz; bence gayet iyi anlıyor…
Az ya da çok oluşturduğumu düşündüğüm zemini sürdürülebilir kılmak için güvenilir bir insan olmayı çok önemsiyorum. Karım, çocuğum, can dostlarım, işbirliği yaptığım insanlar bana güvenebilmeli. Ancak o zaman dayanışma içinde birlikte yola devam edebiliriz. Ardımdan bir şeyler söylenecekse “iyi sanatçıydı”dan daha çok “duygusal ve sözünün eri, güvenilir bir adamdı!” denmesini tercih ederim.
Mimari, sanatınızın da temelini oluşturuyor. Bu sorum, mimari ve insan ilişkileri üzerine olacak: Birkaç gün önce Ulusal Mimarlık Öğrencileri Buluşması (UMÖB 18,5) kapsamında Büyük Şehirden Kaçış Çözüm mü? başlıklı bir söyleşiniz oldu. Gelip dinleyemedim ama vakit buldukça videosunu izliyorum. Bu bağlamda; yıllar önce üniversitedeyken, çağın felsefesinin mimariye ve müziğe etkileri üzerine seçmeli bir ders almıştım. Her çağda hakim felsefe, mutlaka mimaride yansımasını buluyor ama sanki bu çağın dikey, modern, çok hücreli ama birbirinden kopuk, insanı yalıtılmış hücrelere hapseden mimarisi insanın ihtiyaçlarından ters yönde bir evrilme içinde gibi geliyor bana. Mesela ben bir ayağım hep toprakta olsun, kır bayır dolaşayım elimde bir poşet ve bıçak doğanın bize sunduğu nimetleri aracısız toplayayım,(avcı toplayıcı atalarımızdan kalan bir miras :)) bunlar olmadan ben yaşadığımı hissedemiyorum.
Burada bir çelişki yok mu?
“Bir ayağım toprakta olsun!” hissi bende de güçlü bir şekilde var. Birçok hayvan ve bitki de bu şekilde varlıklarını sürdürüyorlar. Toprak üzerindeyken dünya üzerinde yaşadığınızın bilincine varıyorsunuz. Dünyaya verilen İngilizce adlardan bir tanesi de “The Earth” yani toprak!
Sokak, insanlarla bir araya gelme fırsatını yakalayabileceğimiz, önyargılarımızı bertaraf edebileceğimiz, gerektiğinde insanlarla dayanışabileceğimiz müşterek bir ortam. Zaten bu yüzden de iktidarlar bizleri sokaktan çekmek istiyorlar.
Beni toprağa ulaştırdığı, yakınlaştırdığı için sokakta, yolda olma halini çok seviyorum. Sokak, kendimi bağımsız ama iletişime açık hissettiğim bir kamusal alan. Sokak, mahremin yalnızlığından kaçabileceğimiz, kendimizi herkes gibi hissedebileceğimiz bir kent bileşeni. Sokak, insanlarla bir araya gelme fırsatını yakalayabileceğimiz, önyargılarımızı bertaraf edebileceğimiz, gerektiğinde insanlarla dayanışabileceğimiz müşterek bir ortam. Zaten bu yüzden de iktidarlar bizleri sokaktan çekmek istiyorlar.
Ayrıcalıklı olmak veya olduğunu zannetmek büyük bir yüktür aslında, halbuki herkes gibiyken tüy kadar hafifsindir.
Güvenlikli siteler, X-ray’den geçmeden giremeyeceğiniz alışveriş merkezleri, iki noktayı birleştiriyor gibi gözüken ama aslen kentin komşu iki parçasını tek darbede kılıçla kesmiş gibi ikiye ayıran 8-10 şeritli karayolları, ofislerin jenga oynar gibi üst üste kondurulmasıyla gittikçe uzayan kırılgan-dökülgen gökdelenler, sadece belli gelir grubundan insanların girebileceği beach club, gece kulübü tadında yerler insanları sokaktan koparırlar. İnsanlar buralarda kendilerini herkes gibi hissetmezler, “biz” ve “diğerleri” ayrımı girer devreye. Ayrıcalıklı olmak veya olduğunu zannetmek büyük bir yüktür aslında, halbuki herkes gibiyken tüy kadar hafifsindir; kafanı meşgul eden onlarla saçma sapan konu uçar gider, rekabet azalır ya da yok olur, kendinden kurtulursun ama kendini bulursun.
İnsanın ayrıcalıklı hissetme ruh halinin nerelere varabileceğini ise küresel ısınma net bir şekilde yüzümüze vuruyor. İnsan kendini o derece ayrıcalıklı hissediyor ki, ne doğanın ne de diğer canlıların mukadderatı onu ilgilendirmiyor. Dünyada, evrende olabilecek her türlü afet ve felakette canlı kalabileceği kibri içinde insan. Ne büyük, beyhude bir sanrı!!! İnsan ırkının sonu büyücek bir meteora veya aşırı soğuk/sıcak/ıslak iklim koşullarına bağlı. Halbuki gezegenimiz patlasa da eninde sonunda bir şeye dönüşür, evren onu başka bir yaşam ortamına dönüştürür. Biz ise en fazlasından organik, bakteriyel bir çöp olup diğer yaşam biçimlerine yem oluruz. Daha fazla ve huzurlu yaşayabilmesi için insanın kibrinden kurtulmasından başka çaresi yok gibi görünüyor…
AFSAD’ın 8. Sempozyumuna fotoğrafın bugünü, problemleri, diğer çağdaş sanat alanlarıyla etkileşimleri konusunda kapsamlı bir bildiri sundunuz. Bu bildiride benim en çok dikkatimi çeken bölüm, “güzel”e yaslanan eski belgesel estetiğe karşı bir tavır olarak ortaya çıkan ve “kusur methiyesi”ne dönüşen çağdaş süreç, oldu. Bu konuyla ilgili olarak:
Güncel sanatın veya postmodern sanatın fotoğraftaki karşılığı “kusurlu imge” midir?
Şu an moda olduğu için “kusurlu imge”leri sıklıkla görüyoruz, moda bir zamanlar da “kusursuz imge” üretmek idi.
Hayır, tam da onu kastetmedim aslında.Güncel sanatın fotoğraftaki karşılığı “moda” olarak tanımlanabilir. Siyaseten doğrucu, muteber konuları işleyerek başarıyı yakalamak için uğraşan, mevcut iktidarları değil de geçmiş iktidarları eleştirerek gözaltına alınma / gözardı edilme riskini öteleyen bir sanatçı / fotoğrafçı iseniz moda tavırların etkisi altındasınızdır. Şu an moda olduğu için “kusurlu imge”leri sıklıkla görüyoruz, moda bir zamanlar da “kusursuz imge” üretmek idi. Burada mesele sizin vaatlerinizle ürettikleriniz arasındaki uyum, denge ve eş zamanlılık.
Geçici ve sığ maceralar yerine uzun vadeli mücadeleler ve bağımsızlıklar peşindeyseniz modayı izlemek ihtiyacı duymazsınız!
Eleştiriniz, her türlü dışlanma riskini göze alarak, “şimdi”yeyse yolunuz çetrefillenir ama duruşunuz da sağlamlaşır. Geçici ve sığ maceralar yerine uzun vadeli mücadeleler ve bağımsızlıklar peşindeyseniz modayı izlemek ihtiyacı duymazsınız!
Siz her zaman vurguluyorsunuz, benim de hep karşı olduğum “fotoğraf sanatçısı” deyimi sorunsalı var bir de. Fotoğraf, sanat alanındaki yerini ve rüştünü çok uzun zamandır kanıtladı ama bunu hala kabul edemeyen ve sanki fotoğrafa pejoratif bir anlam yüklemeye çalışan bir kesim hala fotoğrafın yanına “sanatçısı” kelimesini eklemeyi uygun buluyor. Bu konuda da görüşlerinizi bizimle paylaşırsanız çok memnun olurum.
“Fotoğraf sanatçısı” gerçekten fena bir tanımlama. Defaatle belirtmeme rağmen insanlar devamlı kullanıyor, ben de her seferinde düzeltiyorum “fotoğrafçı / sanatçı” olarak. Sipariş bir profesyonel çekim işi aldığımda, veya bir kitaba girecek belgesel fotoğraflar ürettiğimde fotoğrafçıyım; ürettiğim fotoğrafları bazı içeriksel, öyküsel, hacimsel, mekânsal kurgularla galerilerde, sanat kurumlarında, müzelerde sergilediğim zaman ise sanatçıyım. Bu iki profil birbirinden ayrı ama birbirine yardımcı olan profiller.
Fotoğrafın sanat olup olmadığı ise çok kısır bir tartışma; fotoğrafın sanat olarak algılanmaya hiç ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Fotoğraf çok daha güçlü bir iletişim aracı ve fotoğrafın zaman zaman sanat olarak görülmesinden sanat memnun olmalı, fotoğraf değil! Fotoğraf herkesin yeltenebileceği bir alan, sanat ise sadece belli kişilerin iktidarı kapsamında. Herkes “ben”den iyidir…
Son olarak fotoğrafın ticari boyutuna vurgu yaparak söyleşimizi sonlandıralım.
Fotoğraf, diğer plastik sanat eserleri gibi alınır satılır bir sanat nesnesi midir? Fotoğrafın çoğaltılabilir olması onu, “biriciklik” özelliği ile resimden, daha alt bir konuma yerleştirir mi? Fotoğrafın çoğaltılabilir olma özelliğine çare olarak geliştirilen “edisyon” sistemi nedir, nasıl çalışır?
Evet, fotoğraf da aynı diğer sanat eserleri gibi alınır, satılır bir emtiadır; ama, ancak değeri ilerde katlanabilme potansiyeli taşıyan bir sanat eseri olarak piyasada kendine yer bulduğu zaman… Basılı yayınlarda belli bir metni ilüstre etmek için çekilen, basında gündelik olarak tüketilen, ürün kataloglarında gördüğünüz fotoğraflar, vb. ise bu sınıfa genellikle girmezler. Daha düşük fiyatlarla da olsa kendilerine değer biçilebilen diğer tür fotoğraflar ise; bit pazarlarına, sahaflara düşen ve efemera sınıfına giren eski fotoğraf baskıları veya kartpostallara basılmış, tarihi değeri olan fotoğraflardır.
Çoğaltılabilir olmasının fotoğrafı daha değersiz yapıp yapmadığı bence tamamen kişiye bağlı. Mesele sizin aldığınız fotoğrafın içeriğine ne derece yakınlık duyup duymadığınızla alakalı. Çok severek edindiğiniz edisyonlu bir fotoğrafı evinizde öyle bir yere koyarak ona öyle özel bir önem atfedebilirsiniz ki; başkalarındaki diğer edisyonlar hiçbir zaman sizdeki kadar değerli olamaz. Sizin edisyonunuz sizin ona atfettiğiniz değer kadar biriciktir. Ama bu işi sadece alt-satçı mantığı ile yapıyor, sizin fotoğrafa bir değer kazandırmanız yerine o fotoğrafın kendiliğinden veya manipülasyonla bir pazar değeri kazanmasını bekliyor iseniz o zaman biricikliği yokolur. Zaten elinizden çıkarmak ve satmak istiyorsanız bir şey çoktan biricikliğini kaybetmiştir bence, edisyonsuz bir pentür bile olsa…
Edisyon sistemi “vintage” tabir edilen hayli eski, solmuş, yıpranmış fotoğraflarda yoktu. Çünkü bu fotoğrafların değeri çoğunlukla eskiliklerinden kaynaklanıyordu; aynı birkaç yüzyıllık bir Château Latour şarabının tadının değil de şişesinin onbinlerle dolar değer kazandığı gibi.
İlgi duyduğunuz bir “vintage” fotoğraftan 2 kopya mı 200 kopya mı olduğunu bilmiyor olmanın bir sihri olduğunu da söylemek olası. Diğer yandan, fotoğraflar farklı insanlar tarafından farklı şartlarla korunduklarından, eskime biçimleri de farklı olacaktır ve ortaya çıkan münferit sonuçların biriciklik yaratabileceğini de unutmamak gerekir.
Güncel fotoğraflara değer kazandırma ise edisyonlandırma üzerinden yapılıyor. Biriciklik veya nadirlik, enderlik eskilik üzerinden elde edilemeyeceği için, bu şekilde alıcılara bir çeşit garanti verilmiş olunuyor. Edisyon setinin son edisyonu en değerli kopya olarak değerlendiriliyor, hele bir de son edisyon dışında AP (artist proof, sanatçı kopyası) varsa ilk edisyona göre iki katı veya daha fazla fiyata satılması gibi durumlara rastlanabiliyor. Farklı edisyonlara farklı fiyatlar verilmesi bir ara Türkiye’de de uygulanır gibi oldu, ama ekonomik kriz sonrasında son zamanlarda koleksiyoner kitlesinin fotoğrafa olan ilgisinin azalmasıyla bu uygulamaya pek rastlanmıyor.
Bize Ulaşın