Ülkenin dört bir yanı ateş altında. Manavgat ve Bodrum çevresinde yüz yıllık kızılçam ormanları içerisindeki tüm canlılarla birlikte yok olma tehlikesiyle karşı karşıya – ki yok oluyor – ve biz biçare seyrediyoruz. Anlıyoruz ki ‘‘Güçlü Türkiye’nin’’ bu yangınlara müdahale edecek üç kiralık uçaktan başka bir uçağı yokmuş. Hal böyle olunca bu yangınlar her geçen gün daha da büyümeye başladı. Daha biz yanan ormanlara, içindeki yaban hayata; kaplumbağasına, tilkisine, domuzuna, börtü böceğine üzülemeden, yangın yerleşim yerlerine dayandı. Yangını söndürmeye giden görevli, gönüllü vatandaşlarımızın ölüm haberleri ile yıkıldık önce. Sonra köylünün evlerinin yandığını, geçim kaynağı evcil hayvanlarının da büyük bir kısmının can kaybı haberleri gelmeye başladı ne yazık ki.
Her zaman olduğu gibi vatandaşlarımız, yetkililerin ‘yetişemediği’ bu durumda kolektif bir bilinçle bir araya gelmeye çabaladılar. Yakın olanlar fiili olarak yardıma koşarken, bizler gibi uzakta olanlar ise ilk akıllarına gelen yardım şekli ile TEMA, Ahbap vb. sivil toplum kuruluşlarına desteğe yöneldik.
Yine her zaman olduğu gibi konu ile ilgili sağduyulu, bilimsel ve doğru yorum ve açıklamalar duyarken; yalan, yanlış/yanlı ve şuursuz açıklama ve eylemlere de tanık olduğumuz bir kakofoni ile karşı karşıya kaldık.
İşte beni böyle bir yazı için düşünmeye sevk eden de Antalya’nın Gündoğmuş ilçesinin AKP’li belediye başkanı Mehmet Özeren’in talihsiz cümleleri oldu. Özeren; TOKİ, zarar gören evlerin yenisini yapacağını söylerken, evi eski olan vatandaşların ‘’Keşke bizim evimiz de yansaydı’’ diyeceğini öne sürdü.
Tam da bu sıralarda Manavgat’ta bahçesi yok olan bir köylü kadının şu haklı feryadını duyduk, çıkan haberlerden;
Evler gelir, yapılır. Yeşillik gelesiye yıllar geçer. Bir otuz beş yıl daha ömrüm yetmez.
Bu sözleri duyar duymaz: ‘’Eğer benim evim yansaydı’’ diye düşünmeye başladım.
Eğer benim evim yansaydı, sadece bilmem kaç milyonluk bir binadan mı mahrum kalacaktık. Ya anılarımız, mutlu, hüzünlü hatıralarımız?
Bundan birkaç ay önce fotoğrafçı arkadaşım Zülküf, yeni başlayacağı bir fotoğraf projesinden bahsetti ve bizlerin de dahil olup olamayacağını sordu. Projede her birimiz kendisi için değerli olduğunu düşündüğü ve bir nevi kendisini ifade eden eşya, evrak, aile yadigarı hatıralar, fotoğraflar vb. objeleri yere serip tam doksan derece yukarıdan fotoğraflamamızı istedi. Projeyi duyar duymaz çok heyecanlandım. Zira ilkokuldaki hatıra defterini bile saklayan ben. Ve hatta rahmetli annemin ölümünden sonra dolabında bulduğum, ikramiye çıkmamış tomarlarca Milli Piyango biletini saklayan ben. Hemen organize olup fotoğrafı çektim ve gönderdim.
Şimdi düşünüyorum benim evim yansaydı eğer;
Mobilyaları, elektrikli aletleri boş veriyorum da ya geçmişimize, ailemize, çocukluğumuza, çocuklarımıza ait yüzlerce fotoğraf? Mesela Annemden kalan terzi malzemeleri, ya da dedemden yadigâr köstekli saat? Askerde aldığım ilk walkman ’im ve gençliğimin müzik kasetleri. Ve bunun gibi onlarcasını geri getirebilecek mi TOKİ?
Getiremeyecek…
Jonn Berger ‘Bir Fotoğrafı Anlamak’ kitabında şöyle diyor:
Fotoğraf makinesi icat edilmeden önce fotoğrafın yerini ne tutuyordu? Bu soruya gravür, resim ve yağlıboya diye yanıt verilmesini bekleriz. Daha aydınlatıcı bir yanıt belki şu olur: bellek. Fotoğrafların dışarıda, uzamda, yaptıkları, önce düşüncede yapılıyordu. (1)
Çocukluğumun önemli bir parçası İzmit’te büyük bahçeli, iki katlı müstakil bir evde geçti. Bahçesinde onlarca ağcın bulunduğu, güzel çocukluk anıları kaldı belleğimde. Evet maalesef belleğimde kalan yarım yamalak güzel hatıralar. Bu güzel bahçeli evin dışarıdan çekilmiş bir fotoğrafı yok maalesef. Hani; ‘bir insan son kişi hatırlayana kadar yaşamaya devam eder’ diye bir söz vardır ya bence bunu mekanlara da uyarlayabiliriz. İşte bu güzel evde geçen anılarım belki bir süre daha çocuklarıma anlattıklarımla – eğer dinlemek isterlerse – yaşayacak ve sonra tarihin sayfalarından silinip gidecek.
Yine aynı kitapta John Berger şöyle devam ediyor:
Bununla birlikte belleğin tersine, fotoğraflar kendi başlarına anlamı saklamazlar. Bize – görünümlere normal olarak atfettiğimiz tüm inanılırlık ve ciddiyetle birlikte – anlamlardan koparılmış görünümler sunarlar. Anlam, işlevlerin anlaşılması sonucunda ortaya çıkar. İşlev de zaman içinde yer alır ve zaman açısından açıklanmalıdır. Ancak bir öykü anlatan nesne, anlamayı sağlayabilir. Fotoğraflar kendi başlarına bir öykü anlatmazlar. Anlık görünümleri saklarlar.(1)
Eğer o mekândan fotoğraflar olsaydı ve o fotoğraflarla birlikte çocuklarıma anlatabilseydim belki nesiller boyu yaşayabilecekti. Belki şöyle de söyleyebiliriz: Geçmişimizden miras nesneler gibi fotoğraflar da belleğin sürekliliği için önemli bir araç oluyor.
Ya ağaçların bellekleri…
Birçok marangoz ustasından ‘ağaçların da fotoğraf çektiği’ söylemini duyduğumu hatırlıyorum. Kesilmiş birçok ağaç gövdesinde, ayı, tavşan gibi hayvanların resimlerinin görüldüğü söylenir. Bu söylem belki bir rivayetten öte gidemez belki ama Daniel Chamovitz’in ‘’Bitkilerin Bildikleri’’ kitabında bitkilerin de bellekleri olduğunu bilimsel verilerle açıkladığını öğreniyoruz. İşte bir örnek:
‘’Tigmomorfogenez’’ teriminin isim babası olan bilim insanı Mark Jaffe 1971’de bitki belleğiyle ilgili ilk belgelerden birini yayımladı; gerçi o bunu bellek olarak adlandırmıyor, alımlanan duyusal bilginin bir ila iki saat tutulmasından söz ediyordu. Jaffe, sarılmaya uygun bir nesneye dokununca bezelye sülüklerinin neden kıvrıldığını öğrenmek istiyordu. Bezelye sülükleri, yakınlarında destek olarak yararlanacakları bir çit veya sırık olmadığı sürece düz bir biçimde sapa benzeyen yapılardır, ama böyle bir nesneye rastlarlarsa ona hemen tutunup sarılırlar.
Jaffe, bezelye bitkisinin sülüğünü kesip iyi ışıklandırılmış, nemli bir ortama koyduğunda ve alt kısmına parmak ucunu sürttüğünde sülüğün kıvrıldığını kanıtladı. Ama aynı deneyi karanlık bir ortamda gerçekleştirdiğine kesilmiş sülük kıvrılmamıştı, ki bu da sülüklerin o sihirli kıvrılma hareketlerini yapabilmeleri için ışığa ihtiyaçlarının olduğunu gösteriyordu. Ama şöyle de ilginç bir ayrıntı vardı: Karanlıkta dokunulmuş bir sülük bir-iki saat sonra ışıklı bir ortama taşındığında, Jaffe’nin tekrar parmağını sürtmesine gerek kalmadan, kendiliğinden kıvrılıyordu. Jaffe, karanlıkta dokunulan sülüğün bu bilgiyi bir şekilde depoladığını ve ışıklı ortama taşınır taşınmaz bunu hatırladığını fark etti. Bu bilgiyi depolama, sonrasında da onu hatırlama işlemi ‘’bellek’’ olarak kabul edilebilir mi?(2)
Bu küçük bezelyeden öğreniyoruz ki bitkilerin de bellekleri varmış. E, o zaman yüzyıllık kızılçamların hatırladıkları ne olacak? Yanan yüzyıllık çamlar neyi aktaracaklar yeni nesillerine…?
Yazımı Hermann Hesse’nin ‘’Ağaçlar’’ isimli kitabından bir şiirle bitireyim:
Rüya Rüya hep aynı rüya: Kızıl çiçekli bir kestane ağacı, Yaz bitkileriyle dolu bir bahçe, Eski bir ev yapayalnız önünde. Orada, o sessiz bahçenin uzandığı yerde, Kucağında salladı anam beni Belki de – öyle uzun zaman oldu ki – Yoktur artık bahçe, ev ve ağaç yerinde. Belki oradan bir patika geçiyordur şimdi Geçmiştir saban ve tırmık da belki, Yurttan, bahçeden, evden, ağaçtan Geriye kalan sadece benim rüyam. (3)
Kaynakça:
- Bir Fotoğrafı Anlamak – John Berger – Hazırlayan ve sunuş: Geoff Dyer – Metis Yayınları 2014
- Bitkilerin Bildikleri – Daniel Chamovitz – Metis Yayınları 2016
- Ağaçlar – Hermann Hesse – Kolektif Kitap 2018
Sevgili Tolga,
Yazını okurken gözüm pencereden arkadaki dağa kaydı. Kara ve koyu kahverengi yanmış ağaçlarla yangından kurtulmuş yeşil ağaçlar kısmen yan yana idiler. Okumayı bıraktım ve şöyle düşünüverdim; Yangından kurtulan ağaçlar acaba ne düşünüyorlardı? Alevler üzerlerine gelirken sıcaklığı yapraklarında hissederken ve yanan arkadaşlarına bakarken ne düşünüyorlardı? Misafir ettikleri kuş yuvaları ve içindeki yavrular için ne düşünüyorlardı? Kovuklarına girmiş ne olup bittiğini anlayamadan etrafı gözleyen kaplumbağalar için ne düşünüyorlardı? Ve ben alevlerden yükselen dumanlara bakarken dizlerimi döverek ne düşünüyordum? Ne düşünüyorduk? Ne düşünecektik?
Üç kiralık uçak deyince biraz haksızlık olmuş. Yarı zamanlı çalışan helikopterleri unutmayalım. Bana göre her yerde söndürme çalışması yapar görünmek için üç kova Köyceğiz’e, beş kova Marmaris’e iki kova Milas’a su bırakan yarı zamanlı helikopterleri… İnanır mısın, Köyceğiz’deki yangın başladığında saman alevi gibiydi. Eğer helikopter üç saat çalışıp gitmeseydi yangın onlarca gün sürmeyecekti.
Berger’e katılmamak elde değil. Fotoğraf izleyiciyi kendi hikayesine götürür. Bu hikâyede, evet, hafızadadır. Çocukluk evin bana anneannemim Alaşehir’de, büyük dedemin bodrumuna eşeğini bağladığı Rumlardan kalma evi hayal ettirdi. Gördüğün gibi yazdığın iki satır belleği harekete geçirdi. Muhtemelen birçok okuyanda aynı şey olmuştur. Bence bunun nedeni de her şeyin zihnimizde olup bitmesi. Berger’de “fotoğraf anlık görünümleri saklar” derken bunu demiyor mu? Biraz daha kurcalarsak işin ucu göstergebilime gidecek. En iyisi burada durmak.
Çocukluğunun evini çocuklarına, yeğenlerine anlat. Onlar kendi zihinlerinde evi göreceklerdir.
Eline sağlık…
Sevgilerimle
Okyar Bey Merhaba,
Öncelikle güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Eminim, ağaçlar, kuşlar, kaplumbağalar insan oğluna lanet ediyorlardır diyeceğim ama yine eminim onlar laneti de bilmiyorlardır.
Üç kiralık uçak konusuna gelince; amacım uçak mevzuuna biraz sitemdi sadece. Yoksa canını hiçe sayan itfaiyeciler ve dediğiniz gibi helikopter pilotlarının çabalarını değersizleştirmek gibi bir maksadım olamaz kesinlikle. Hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum.
Saygılarımla
merhaba,
çok güzel yazmşsınız, fotoğraflarınız da öyle etkili; sıcak, içten, düşündürücü.
sözleriniz bana “Arzunun Botaniği” (Michael Pollan) kitabını çağrıştırdı; insan-doğa ilişkisi, etkileşimi konusunda okuduğum en büyüleyici kitap.
elma, lale, kenevir ve patatesin evrimi üzerinden bir anlatı.
esenlik dileklerimle,
levent
Levent Bey Merhaba,
Değerli yorumunuz ve fotoğrafları beğendiğiniz için çok teşekkür ederim
Arzunun Botaniği kitabını okumamıştım. Çok merak ettim doğrusu. İlk fırsatta okumak istiyorum
Saygılarımla