Masamda aile albümlerimizden fotoğraflar… Şevket İlki Bey benimle konuşuyor; “Sen benim torunumsun.” Ona vereceğim cevabı bulmak için bir yolculuğa çıkıyorum.
Başka bir fotoğraf… Her baktığımda sessizliği konuşan bir kadın görüyorum. Ona benziyorum ben… Yüzümün yarısını onun fotoğrafı kaplasa…
Şevket İlki Bey tekrar konuşuyor benimle; “Sen benim torunumsun.” Öyleysem senden yansıyan ne var bende? Babama benzeyen yönlerim mi?
Hani ağaç gövdelerinde yeşil küçük yapraklar yeşerir. Ağacın ne kökünü tanır ne gökyüzüne uzanan yapraklarını. Bazen kendimi o yapraklar gibi hissediyorum.
Şu soru ise hiç aklımdan çıkmıyor. Şevket İlki Bey, babam bebekken ölmeseydi babamın hayatı nasıl olurdu? Ben olur muydum? Derin bir boşluk hissi kaplıyor içimi.
Ben sadece annemin babasına ‘dede’ dedim. Annemin dikiş makinesinin önündeki fotoğrafını çeken de o, anneannemin annemin elinden tutmuş Gezi Parkı’nın basamaklarında sanki pazar gezmesine çıkmış gibi duran fotoğrafını çeken de. Daha okuma yazma bilmezken anneannemin evinde fotoğraf albümlerine bakardım. O evin sessizliğini bozan duvar saatini hatırlıyorum, evdeki misafir odasını, o odada dedemin çektiği renkli fotoğrafları. Anneannemin kuralları vardı. Güzel, güzelliğinin farkında, disiplinli, otoriter bir kadındı. Onun yanında ben benliğimi gizlerdim ve bu beni çok sıkardı.
Ne kadar bazı yönlerimi anneannemden gizlemeye çalışsam da, ben biraz da o olduğumu ileriki yaşlarımda fark ettim. Hem o, hem de dedem yani annemin babası. Ailenin diğer yanı yani babamın babasıyla ilgili yaşadığım derin boşluğun yanı sıra “Eğer”lerim var; “Eğer babası o bebekken ölmeseydi”yle başlayan ve “dedeme ait tüm kayıtlar Fatih’teki büyük yangında kaybolmasaydı, belki de ben onun soyadını taşıyor olurdum. Bu beni değiştirir miydi?”yle devam eden.
Bize Ulaşın