Doğulu filozofların sıklıkla vurguladığı gibi anın içinde yaşıyoruz, ama bu söz tek başına var oluşumuz açıklamak için yeterli mi? Bir andan diğerine yaşantımız akıp giderken içsel tutarlılığımızı korumak ve anların içeriğini birleştirerek yaşananları anlamlandırabilmek için bir dayanağa, belleğe ihtiyaç duyuyoruz. Anlık yaşantıları tutarlı biçimde birleştirerek bizi hayatımız üzerine konuşabilir kılmaktan öte, diğer insanlarla aramızda ortak bir dil oluşturabilmenin yolu da bellekten geçiyor. Bizi bireyler ve toplum olarak var eden şey belleğimiz; unutmamak için verdiğimiz tüm o sözler ve hatırlamaya verdiğimiz önem bir gün belirsizliğin içinde, okyanustaki bir su damlası gibi kaybolup gitme korkumuzla ilgili olabilir ancak. Hatırlamak ve hatırlanmak arzumuzla fotoğraflar çekiyor, anıtlar dikiyoruz; dijital ya da analog arşivler oluşturuyoruz. Korumaya çalıştığımız belleğimiz belki de bizi beklediğini bildiğimiz yok oluşa karşı en güçlü direnişimiz.
İnsan belleğinin önemi açık, fakat işleyişi konusunda bilgilerimiz kısıtlı. Mutlak olarak bildiğimiz bir şey hafızamızın ses ya da video kayıt cihazı gibi işlemediği. Deneyler insanların dinledikleri bir öyküyü ya da anıyı hatırlayıp başkalarına anlatırken her defasında zihinlerindeki kayıt parçalarından yola çıkarak yeniden kurguladığını gösteriyor. Anlatı bir süre sonra kimi detaylarını yitirmekle kalmıyor, içine yeni ve gerçek olmayan öğeler de ekleniyor, dinleyicinin soru sorarken seçtiği sözcükler de dahil pek çok şeyden etkilenerek değişebiliyor. Belleğimiz belki de düzenli bir arşivden çok kendi kendimizle ve başkalarıyla oynadığımız bir kulaktan kulağa oyununa benziyor. Belleğin bu kırılgan ve uçucu yapısı hukukta görgü tanıklığının güvenirliğini çoktandır tartışılır kılmış durumda. Konu hakkında bir parça okuyup kafa yorduktan sonra çocukluğumuz, lise aşkımız ya da geçen sene dükkanını taşıyan bakkalımız ile ilgili hatırladıklarımızın pekâlâ gerçekdışı öğeler içerebileceğini fark ediyoruz (1).

Belleğin kırılgan yapısının en başından beri farkındayız elbette, kayıtlara sığınıyoruz. Fotoğraf çekiyoruz, beste yapıyoruz, notlar tutup öyküler kaleme alıyoruz. Belki de insanla hayvanın en derin farkı ortak kayıt yaratma becerisinde yatıyor. Sokak kedilerinin yiyeceğin bol bulunduğu sokaklar ya da fare kovalama teknikleri ile ilgili tüm kedi toplumunun nesilden nesile erişimine açık eserler veremediklerini biliyoruz. Bu konuda kedilerin tek çareleri bir tür kolektif bilinç gibi de görülebilecek iç güdülerine yaslanmak gibi gözüküyor. Biz insanlar ise içgüdülerine teslim olmanın hoş karşılanmadığı, nesiller arası ortak çabayla zenginleştirilip geliştirilen bir kültürde yaşıyoruz. İcadımız olan fotoğraflar, romanlar, besteler ve noterlik belgeleri yaşantıları ve bilgiyi koruyup taşımaya hizmet ediyor. Burada aktarılanın saf bilgi olmadığını, sanata özgü duygu ve öznel deneyimin aktarılması becerisinin de önem taşıdığını unutmamak gerek. Örnek vermek gerekirse 1950’lerde İstanbul’da bir meyhanede Ara Güler’in çektiği bir fotoğraf ya da Van Gogh’un boyadığı çiçekler ciltlerce sosyoloji ya da botanik kitabının ete kemiğe bürünmesini, kişisel olarak ilişki kurulabilen bilgiye dönüşmesini sağlıyor.
Yazının başında belleğin güvenilmezliğinden dem vurduk. Peki ya insanın yarattığı kayıt araçları? Belleğimiz bir video kaydı gibi işlemese de bir video kaydı değişmez ve kesindir, kitaplar ve fotoğraflar da öyle… Gerçekten öyle mi? 12 Eylül’ün yakılan kitapları, bugünün yanlı basın ve yayım kurumları, erişime kapatılan internet siteleri ve sosyal medya bağlantılarını ya da günümüzde bir tür memuriyet olarak ortaya çıkan “trollüğü” düşünelim. Belleklerimize erişmesine izin verilmeyen ya da yol boyunca hoyratça çarpıtılan, yaralanıp kirletilen onca bilgi. Oysa zaten belleğin işleyişi tek başına yeterince kırılgan: zihin unutuyor, farklı hatırlıyor; birey kendisini kolaylıkla anılarının gerçekliğini sorgularken bulabiliyor; mağara duvarlarındaki resimler binlerce yıl boyunca yeniden görülmeyi beklerken nem ve karanlık tarafından sinsice silinebiliyorlar; yangınlarla ya da özensiz editörlerin elinde metinler, fotoğraflar kaybolup gidebiliyor.

Kişisel anılarımıza ait belgeler ise hayatın kırılganlığı içinde kolayca korumamızın dışına savruluveriyor. Bu savrulma belki de kaybolmadan önce son bir kez belleklerde yer aramak için bir çaba. Tıpkı bit pazarlarında karşılaştığımız sahipsiz fotoğraflar gibi. Burada, birbiriyle ilgisiz sayısız ıvır zıvırın arasında yeniden karşımıza çıkarken -ya da şimdi olduğu gibi bir internet sayfasında boy gösterirken- renklerini tüketip silen zamana karşı son bir kez hatırlanmak için şanslarını dener gibiler.
Bu yazıdaki fotoğraflara İstanbul-Kadıköy’de, pazar günleri kurulan eskiciler pazarında denk geldim. Benim yaşımdakilerin tanıdık bulacağı plastik dia kutuları beni tezgâha çekmişti. Kutulardan çıkan dialarda zamanın getirdiği fiziksel bozulmanın zihinlerimizdeki anı parçalarının uğradığı değişimlere benzer bir yanı olduğunu düşünüyorum. Bu halleriyle kuşkusuz mutlak belgeler olma iddiası taşımıyorlar, bugün işaret ettikleri bir zamanlar gösterdiklerinin ötesinde bir yerde. Anlattıkları öykü artık bireylerin anılarından çok anıların yaşantılarıyla ilgili ve bu öykü herkesi ilgilendiriyor. Sahipsizliklerinde büründükleri yeni çehreleriyle bir tür kulaktan kulağa oyununa dahil olarak yeniden belleklerde gezinmeyi diler gibiler.

Burada bahsettiklerimiz elbette analog fotoğraflar. Tezgâhta bir hard disk duruyor olsa benim ya da bir başka fotoğraf meraklısının benzer biçimde ilgisini çekecek miydi? Analog fotoğraflar canlı varlıklar gibiler, zamanla yoruluyor, bir zamanlar sahip oldukları parlak renkler ve keskin detayları yitiriyorlar. Ve yine tüm canlı varlıklar gibi değişerek var olmasını biliyorlar, her durumda kalan güçleri el verdiğince kendilerini gösterebilme ve anlatma becerileri var. Bu elektroniğin ya hep ya hiç diyen “0-1” dünyasından oldukça farklı. Peki bugünün dijital arşivlerinin son görülme çabaları ve vedaları nasıl olacak? Bu elbette bambaşka bir konu…
(1) Bellekle ilgili bu kısa özet Rod Plotnik’in Psikolojiye Giriş kitabının 12. Bölümü olan “Hatırlamak ve Unutmak”tan özetlenerek aktarıldı. Konuya ilgi duyanlar için bu bölüm ve/veya Frederic Bartlett veya Elizabeth Loftus’un çalışmaları ilginç olabilir.

Bize Ulaşın