Yarışmalara katılıp, dereceye girme arzusu, doğru, doğal, yerinde bir arzu mudur? Fotoğraf dünyasının hemen hemen her alanında var olan yarışmalara bakışımız nasıl olmalıdır? Yarışmalarda dereceye girmemiz bize ne sağlar?
Spinoza 17. yüzyılda yazdığı o olağanüstü eseri Ethica’da, insanda var olan üç ¨doğal¨ ana duygudan, sevinç, keder ve arzudan yola çıkarak insan duygularının sebeplerini açıklamıştır. 1 Bu üç ana duygu içerisinde arzu yani insanın doğal arzusu, temelde iki ana sebebe dayanmaktadır. Birincisi var olmak için (conatus), kendini idame ettirebilmek için, duyduğu arzular, diğeri ise kendini tam hissetmesi için duyduğu arzulardır.2
20. yüzyıla geldiğimizde, kapitalizmin artık tüm batı toplumlarında son derece etkin olduğu dönemde, Freud’un izinden yürüyen Lacan ¨arzu¨ için başkasının arzusudur diyerek ekleme yapar, ¨istekten, ihtiyacı çıkarttığımız zaman geriye arzu kalacaktır¨ diye.3 Yani ben o lacivert desenli, ¨harika¨ İtalyan ayakkabıyı istiyorsam, aslında bu benim ihtiyacım değildir. (benim doğal arzum-ihtiyacım sadece bir ayakkabıdır.) Bu kapitalizmin bana hissettirmeden dayattığı, ihtiyaç olarak gösterdiği arzudur. (Ayrıca Lacan bu arzuyu, başkası nasıl bana bakacak, yani başkasının arzusudur şeklinde tanımlar.) Bir ayakkabı sahibi olmak, bir ihtiyaçtır, ancak o lacivert desenli ¨harika¨ İtalyan ayakkabı, reklam stratejileri sayesinde, size kendi arzunuz olarak bilinçdışınıza (bilinçaltınıza) işlenmiş olan ve size ihtiyaç olarak sunulan kapitalizmin arzusudur.
Sahip Olmak
Kapitalizm varlığını, insanın mutlu olma yolunun sadece ¨sahip olmak¨ ile gerçekleşebileceğine inandırılmış olan toplumlar ile idame ettirebilir. Kapitalizm size şunu hissettirmeden dikte eder, hayatta başarılı ve mutlu olabilmenin yegane yöntemi, ¨Sahip Olmak¨ tır. Çağımızda, reklamlar ve bilinçdışı manipülasyon yöntemleri üzerinden, insanlara nasıl ürünler arzu ettirileceği ve nasıl düşüncelerin bilinçdışında değiştirileceği konusunda uzmanlaşmış algı yönetimi firmaları mevcuttur.
Bencilleşmiş toplumda bireyler; o İtalyan ayakkabıya, o müdürlük makamına, o marka çantaya, yarışmalarda madalyaya, hatta çocukları yüksek notlar aldıklarında, kendilerini başarılı görürler ve mutluluğun bunlara bağlı olduğunu düşünürler. Artık sahip olunan şeyler ya da kazanılan ¨başarı¨lar mutlu olmanın, insanın kendini tam ve eksiksiz hissetmesinin anahtarıdır. Birey kıvamındadır, kişi bir şeylere, kapitalizmin arzularına; nesnelere, madalyalara, makamlara ¨sahip olarak¨ mutluluğun artacağını ya da sürdürebileceğini düşünmektedir. (kendini kıyas yoluyla eksik hisseden birey, ¨sahip olduğunda¨ kendini tam hissedeceğini düşünmektedir.)
Yükselen ego ile birlikte, insan her şeyi kendisi için istemeye başlar. Arzu edilene sahip olmak kişiye haz verir, kendisini iyi hissetmesini sağlar. Ancak geçici bir süre. Lacan buna da “arzunun ikizinin yaratılması” şeklinde açıklar. Kişi bir hedefe ulaştığı anda, arzunun ikizi doğar ve kişi onun peşinde koşmaya başlar. Kapitalist arzuların peşinde ¨sahip olmak¨ tek hedef olunca, doğal olarak kişi giderek daha açgözlü ve ihtiras sahibi olmaya başlar. Kişi, ¨sahip olabilmesinin¨ önünde rakip veya engel gördüğü insanlara karşı, yani kendince başarısını, mutlu olmasını engelleyebilecek insanlara karşı düşmanlık, haset beslemeye başlar.
Hâlbuki Spinoza’nın söylediği, doğamızdan gelen, ihtiyaçtan doğan arzu, ben bu yazımda ¨doğal arzu¨ şeklinde belirteceğim, insanın en doğal dürtüsüdür. İşte çağımızda ¨olmak¨ isteyen insanın ve fotoğrafçının yapması gereken, içimizden gelen, hissettiğimiz arzunun ayrımını iyi bir şekilde sorgulaması gerekliliğidir. Neyin ¨doğal arzu¨, neyin kapitalizmin bizde yarattığı ¨kapitalizm arzusu¨, olduğunu bilerek bu iki ayrımın üzerinde düşünmesi gerekmektedir.
Peki biz bu fotoğrafları çekme yoluna neden çıkmıştık; bir hobi olarak başlayıp, kendini ifade etmek ya da derdini anlatmak adına evrilen bu yolculuk, bir anda kapitalizmin taleplerine uygun olarak ¨başarmak¨, ¨sahip olmak¨ şeklinde tekrar değişime uğramıştır. Artık fotoğrafçı, ¨başarıyı¨ yarışmalarda dereceye girmek, hiç olmazsa finale kalmak olarak görmektedir. Kapitalizmin arzuları zihinlerde yine devrededir.
Bilinçdışımız (bilinçaltı) Parmak İzimizdir
Düşünce tarihinde ilk olarak Schopenhauer, sonrasında Nietzsche tarafından dile getirilen bilinçdışımızın (bilinçaltımızın) varlığı Freud tarafından 20. Yüzyılın başında ispat edilmiştir.4 Anne, baba ya da atalarımızdan gelen genlerimiz ve doğduğumuz andan itibaren yaşadıklarımız, bizi biz yapan birikimlerdir. Bu birikimler, birbirlerinden o denli farklıdır ki, sahip olduğumuz bilinçdışımız sanki birer parmak izi gibi diğer insanlardan bizi ayrıştırır.
Son yüzyılda, insanın düşünme ve yaratıcılık eylemlerinin %90-95 oranında bilinçdışından geldiği ispatlanmıştır. Amacımız ister kurgu bir fotoğraf oluşturmak olsun, ister hayatın akışında çevremizdeki özne ve nesneleri fotoğraflamak olsun, deklanşöre basacağımız anı belirleyen %95 oranında bilinçdışımızın verdiği kararlardır. Üstelik bu işlem, bilinçli olan beynimizden 30.000 ila 200.000 kat daha hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir.5
Demek ki fotoğraflarımız, kadrajlarımız, özümüze, yani genlerimize, yaşadıklarımıza, okuduklarımıza, öğrendiklerimize yani bilinçdışımıza, bir anlamda özümüze çarparak oluşurlar. Böylelikle biz bir fotoğraf çektiğimizde kendi bakış açımızı, kendi özümüzün yansımasını kadrajımızda sergilemiş oluruz. Fotoğraf çekmek için sokağa çıktığımızda, her birimiz farklı bir üretim ile geri döneriz. Aynı şekilde kurgu fotoğraf için, bir olguyu, kavramı, hikayeyi ele aldığımızda, her birimiz farklı kadrajlarla bunları tanımlarız. Yeter ki gördüklerimizin ya da hayal edip kurguladıklarımızın ¨özümüze çarpmasına¨ izin verelim.
Sanatta Rekabet Daima Vardı
Sanat tarihine baktığımızda, 15. yüzyıl, Floransa’sından itibaren sanatta rekabet daima olmuştur. 6
Liberal ekonominin oluşmasıyla başlayan rekabet ortamında, sanatın her dalında, örneğin bir ressamın rakiplerinden sıyrılarak Paris de sergi salonunda (resminin duvara asılması ya da bir başkasının yarışmada dereceye girebilmesi, finale kalabilmesi) kısıtlı sergileme imkanlarında daima bir değer olarak görülmüştür. Ancak çağımızda, bu durum değişmiş, artık bir sanatçı, eserlerini vahşi bir rekabet ortamına sokmaksızın, çok rahatlıkla internet ortamında sosyal medyada ya da fiziksel olarak farklı salonlarda sergileyebilmektedir.
Çağımızda sosyal medya ve sergiler aracılığı ile fotoğrafçının sesini duyurabilme avantajlarına rağmen, pek çok fotoğrafçı, kendisini ifade etmenin değerinden vazgeçip, fotoğraf yarışmalarında dereceye girme ve ödül alabilmeyi ¨değer¨ olarak kabul edip, kapitalizmin arzularının peşinde koşmaktadır.
Ülkemizde ve dünyada bir birlerinden çok farklı türlerde yarışmalar mevcut. Bunlardan birisi de unvan yarışmalardır. Bir başka ¨kapitalizmin arzusudur¨ unvan için yarışmalara katılmak. Size hissettire hissettire, bu unvana ¨sahip olunca¨, fotoğrafçı (sanatçı) olacaksın oyunudur. Başını kaldırıp dünyaya bak, bir nesneye, bir unvana, makama sahip olduğunda bugüne kadar kim oldu ki, sen bu unvanlara ¨sahip olduğunda¨ olacaksın. Kapitalizmin arzularının peşine takılmış bir şekilde, fotoğraf hayatını ıskalamaktır unvan yarışmaları.
Dereceye girmek
Diğer bir konu da, fotoğrafçının, fotoğrafta kendi özünü bulacağı yerde, dereceye girmek adına, yarışma jürilerinin bir şekilde beynine girmeye çalışarak ¨jüri ne ister¨ sorusunun yanıtını araştırıp, onların istediği şekilde fotoğraf üretmenin peşinde koşmaya başlamasıdır! Bu uğurda emek harcamak, dereceye girerek yarışmada ödüle ¨sahip olmak¨!
Bir tarafta fotoğrafçının özünü, fotoğraf aracılığı ile keşfetmesinin ve kendini ifade edebilmesinin değeri, diğer tarafta jürinin, yani başkasının arzularının peşinde koşarak yarışmada dereceye ¨sahip olmanın¨ değeri.
Jürinin beynine girmeye çalışıp, yarışmaya koşan fotoğrafçılar, doğal olarak ilk yaptıkları şey, daha önceki yıllarda dereceye girmiş fotoğrafları taklit ederek, ortamda yüzlerce klişe fotoğrafın oluşmasına sebep olmaktadırlar. Kendi özünü yansıtmayan içermeyen klişe fotoğraflarla, belki birkaç yarışma daha kazanabilirsin, ancak bugün ve gelecekte fotoğraflarında asla sen olamazsın.
Yarışma kazandığı için kimse iyi fotoğrafçı olmaz, bugün hatırladığımız hiçbir fotoğrafçıyı yarışma kazandıkları için hatırlamıyoruz. Eğer bazı fotoğrafçıları hatırlıyorsak, bunun sebebi, onların her döneme hitap edebilen, kendilerini fotoğraflarına yansıtabildikleri özgün fotoğraflara sahip oldukları içindir.
Ülkemizde diğer bir yarışma türü ise bazı markaların ve belediyelerin düzenledikleri yarışmalardır. İhtiyacı olan fotoğraflar için profesyonel fotoğrafçılara ücret ödemektense, amatör fotoğrafçılar üzerinden son derece zengin arşiv oluşturabildikleri fırsatlardır bu yarışmalar bu kurumlar için. Şu ana kadar, fotoğraf adına bir değerini göremediğim bu yarışmaları, para kazanma kapısı olarak gören ve ¨Yarışma Fotoğrafçısı¨ adını almış olan fotoğrafçıların, bu yarışmalarda profesyonel şekilde koşmasına izin verilmesi gerektiğini, yani bu tür yarışmalardan, amatör fotoğrafçıların uzak durması gerektiğini düşünüyorum.7
Öte yandan, Anadolu’da yıllardır çekilmiş, tüketilmiş kadrajları kopyalayarak, uluslararası yarışmalarda ödül aldım diyerek, elde edilen ödüllerin, fotoğrafçının yaratıcılığı açısından bir değerini de göremediğimi belirtmek isterim.
Kopyalama
Başkalarının kadrajlarını kopyalayarak girilen yarışmalarda elde edilen derecelerle ¨başardım¨ şeklindeki söylem davranışını, arkadaşının kağıdına bakıp, kopya çekerek sınavda iyi not aldım ve ¨başardım¨ diyen çocuğun davranışı arasında bir fark göremiyorum? O kopya ile dersini geçtiği zaman başardığını zanneden çocuğa çömelip, gözlerinin içine bakarak şunu söylemek istiyorum. Başarmak demek hakkın olmayan notlara sahip olmak demek değildir. Başarmak demek, senin öğrenmen ve bu hayatta kendin olabilmen demektir.
Fotoğrafta o kendi özünü bulduğun ve özgürleştiğin an, inan bana bu deneyim, dünyadaki bütün yarışmalardan, bütün ödüllerden daha kıymetlidir. Hiçbir yarışma, hiçbir kapitalizmin arzusu, senin fotoğrafta özünü bulmak için çıktığın yoldan ayırmamalı. Çünkü yarışma kazanmayla, alkışlarla fotoğrafçı olunmaz.
Sen fotoğraf yolunda yürümeye, kendini, kendi özünü keşfetmeye devam et, her gün kendini yenile, zaten ham olan bir fotoğrafçı, ¨oldum¨ demez mi? Olan, hiç ¨oldum¨ der mi?
Dışarıdan bak kendine, gelişmeni seyret, ama ona karşı şefkatli ol, onu azarlama, suçlama, huzur içinde, doğal arzunla çık fotoğraf yoluna. Fotoğrafta ¨olmak¨ ancak böyle olur, ne hırsla, ne yarışmalarla, ne hasetle, sadece seni akışa sokan doğal arzunda özgürleşerek, kendi özünü bularak.
Katılacaksan Oyun Gibi Olsun
Dijital çağa geldiğimiz andan itibaren iki şey oldu. Fotoğraf çekebilme ayrıcalığı, sadece profesyonel ya da zengin insanların tekelinden çıkarak, herkesin amatörce kendisini ifade edebildiği bir mecra haline dönüştü. Öyle ki bir günde üretilen fotoğraf adetleri milyonlar seviyesine ulaştı. Erik Kessel’in 24 saat içerisinde sosyal medyaya yüklenmiş olan fotoğraflardan oluşan enstalasyonunun görüntülerini pek çoğumuz görmüştür.
Erik Kessel’in ortaya koyduğu gibi, bunca fotoğraf gürültüsünün olduğu dünyamızda, sesini duyurabilmek ve fotoğrafları daha görünür kılmak adına, fotoğrafı ve yaratıcılığı destekleyen yarışmalara bir oyun gibi katılmakta bir sakınca görmüyorum. Fotoğraf aracılığıyla kendisini ifade eden bir kişinin, doğru yarışmalara katılarak fotoğraflarını daha görünür kılmak istemesini doğal bir talep olarak görüyorum. Ancak hiçbir fotoğraf yarışmasını çok ciddiye almamalı, bu katılım bir oyun olmalı, ne rekabet ne de hırs yapmalı, ne de gerçekleşmediğinde hayal kırıklığı. Çünkü şunu biliyorum, yarışmalarda boy göstermemiş nice iyi fotoğraf, kimi zaman kitaplarda kimi zaman sergilerde, kimi zaman fotoğrafçının sabit diskinde varlığını sürdürüyor.
Festival Yarışmaları
Yaratıcılığa koşmayan yarışmalar, fotoğrafçının gelişimine katkı sağlayamazlar. Kar amacı gütmeyen uluslararası festival yarışmalarını ya da bazı fotoğraf türlerine odaklanmış, nitelikli jürilerle desteklenmiş yarışmaları incelediğimde, genelde klişe fotoğrafları reddeden ve yaratıcılığı destekleyen yaklaşımlarda olduklarını görüyorum. İlgilendiğiniz fotoğraf türünü destekleyen bu türdeki yarışmalara, bir oyun şeklinde katılmakta sakınca görmüyorum. Kazandığınız taktirde, birlikte kutlarız, kazanamadığınız zaman güler geçer katılım ücretiyle de sevdiğiniz fotoğraf türünün gelişimine bağış yapmış oluruz.
Kapitalizmin sana hissettirmeden dikte ettiği şeylere ¨sahip olduğun¨ zaman başarılı olmayacaksın. Ne bir yarışma kazandığın zaman, ne binlerce takipçin olduğu zaman. Bu hayatta bir fotoğrafçı, kendi özünü yaratıcı bir şekilde fotoğraflarına yansıtarak, kendini tam hissettiğinde başarılı olur. Emin ol, sadece bunun için, bu güzel dünyada, doğal arzularının peşinde, kadrajlarında kendin olarak fotoğraf çekip yaşamaya değer.
Sahip olmadığın şeyler için üzülüyorsan, seni üzen şey onlara sahip olmaman değil, onlar hakkındaki düşüncelerindir. Kapitalizmin arzularına, unvanlarına, nesnelerine, yarışma ödüllerine ¨sahip olmak¨ seni asla tam hissettirmeyecek. Kendi doğal arzularına yönel, orada akışta onlar seni bekliyor, kendi özünü dışarı çıkar, yaratıcılıkla, özgürce, şefkatle.
Nasıl olursan öyle ol ve fotoğraflarında baştan başa sen ol.
Haluk Safi , Temmuz 2020
Kaynakça:
- Ethica, Spinoza
- ¨Tam hissetme¨ kavramını Spinoza kıyasa dayandığı için değinmez, kabul etmez, ancak çağımızda psikanalitik bir terimdir.
- Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Saffet Murat Tura; Lacan-Namı Başer
- The Age of Insight, Eric Kandel
- Bilinçaltının Gücü, Joseph Murphy
- Sanatın Öyküsü, Ernst H.Gombrich
- Sosyal Medyada ¨Yurt içi ve dışı fotoğraf yarışmaları hakkındaki, olumlu ve olumsuz görüşleriniz nedir?¨soruma yanıt veren ve yazımın hazırlanmasında bana ilave esin kaynağı olan arkadaşlarım. ¨A. Nur Türk, Ahmet Almaz, Ali Güldiken, Ali İrfan Ertürk, Almila Kuş, Bahar Borazan, Bülent Tüccar, E. Tuna Üstüner, Emre Ebeperi, Erhan Meco, Feyzullah Nihaiözbey, Figen Özdemir, Fırat Emre Karamutlu, Hakkı Ceylan, Hülya Bilgin Özbek, İbrahim Ülker, Michel Guillet, Mithat Vural, Nihal Eken, Nilay İşlek, Olcay Reyent, Ramazan Kamarı, Selim Selman Kılıç, Semra Ege, Şevki Silan Paralı, Sinan Vargı, Türker Yanık, Ufuk Duruman, Veysel Açıköz, Yelda Akıllıgöz.
Haluk hocam yazınızı büyük bir dikkatle okudum. Çok aydınlatıcı bulduğumu söylemeliyim. Ben de dahil olmak üzere, fotoğraf yarışmaları konusunda kafa karışıklığı yaşayan bir çok fotoğraf sevdalısına yol gösterici olduğuna inandığım bu yazınız için teşekkürler.
Fotoğraf yarışmalarının (çoğunun) arkasındaki bir gerçeğin -kapitalist özendirme- bilinçsizce etkisi altında kalarak gereksiz bir beklenti içinde olmanın yanlışlığını çok güzel ortaya koymuşsunuz.
Selamlar.
Yorumları yeni gördüm, değerli düşünceleriniz için çok teşekkürler.
“Sadece” para ve/veya ünvan için yarışan, derece için jüriye olmadık yalakalıklar yapanlar, jürideki her bireyin fotoğrafa bakış açısını haftalarca inceleyip ona göre yarışan arkadaşlar ! -ın varlığından gözlerimle haberdardım, bu yazı “cuk” olmuş. Teşekkürler!
Yorumları yeni gördüm, katkı verebildiysem ne güzel, çok teşekkürler.
Özellikle bir kesim fotoğraf ile uğraşan kişilerin bu yarışmaları kazanmak icin yaptıklarını dedikodu olarak duymuştum bunların gerçek olduguna inanmak istemiyorum, ama basarı kazanmış bir fotoğrafçıyı nasıl aşağıya çekmeye çalıştıklarına tanık
oldum. Fotoğraf en azından benim icin insanin kendisi için yaptığı bir uğraş, beğendirmek icin bu çaba neden?
Kendi fikrini zorla kabul ettirmekle aynı durum bana göre! Rekabetin de etik kuralları var ama bizim toplumda bunu bilen çok az, yazık!
Yorumları yeni gördüm, katkınız için çok teşekkürler.
Yazılanlar o kadar gerçek ve doğru ki .Fotoğrafa ilk başlayanların en önemli sorunu ,her taraf fotoğraf kursu dolu ama hepsinin birbirinin aynı olması hep ticari kazanca dayalı öğretim.Çok az belki de vardır hani ilkokulda öğretmen yeteneklerine göre yönlendiriyor öğrenciyi.Bazı fotoğrafçıların fotoğraflarını gördüğümüz zaman ismi olmasa bile o çekmiştir diyebiliyoruz.Burda yanlış olan herkesin aynı fotoğrafları çekmesi ve hiç kimsenin kendine özgü tarzı olmaması veya olamaması.Bu fotoğrafları çekenlerin yarışmalarda dereceye girmeleri ve kendilerini çok iyi fotoğrafçı zannetmeleri ve onları alkışlayanların da aynı şekilde hissetmeleri problem asıl burada. Acaba kendi kendimize, içimizdeki o yaratıcı fotoğraflar çekmek için bir öğretmen olmadan kendi tarzımızı bulabilir miyiz veya birine ihtiyacımız var mıdır?