Türkiye için, gördüğüm kadarı ile, fotoğrafın kendine dair en büyük sıkıntılarından biri görsel sanatların bir dalı olmasına rağmen bu olgunun hep göz ardı edilmesi, bununla bağlantılı diğer bir sıkıntı ise fotoğrafa dair her ne varsa fotoğrafçılar arasında olup bitmesi. İlk konu ile ilgili olarak belgeselciler, sokak ya da doğa fotoğrafçılarının bir bölümü itirazda bulunabilirler, ürettikleri fotoğrafları sanat olarak değerlendirmediklerinden yola çıkarak. Ancak mesele ortaya çıkan fotoğrafın sanat olup olmaması değil, mesele; fotoğraf görsel sanatların bir dalı olarak görülmediği sürece “fotoğrafçı” olma yolunda ilerleyenlerin sadece fotoğraf dersleri alarak, fotoğraf gezilerine katılarak, herkesin alkışını alabilecek ve sosyal medyada “like” rekorları kırabilecek fotoğraflarla “en doğru” ve “en iyi” yolda oldukları yanılgısına düş(ürül)meleri. Oysa fotoğraf, görsel sanatların bir dalı olarak, resimden heykele tasarımdan mimarlığa görsel sanatların diğer alanları ile ilişkide olduğu kadar siyasetten sosyolojiye, müzikten edebiyata uzanan bir yelpaze ile de ilişkide olmalı. Diğer yandan üretilen fotoğrafların izleyicisinin yine (çoğunlukla) fotoğrafçılar olması, yani üretenin de tüketenin de “fotoğrafçı” olduğu bir ortamda kodlar, kurallar, şablonlar, al gülüm ver gülüm şeklinde sürüp gidiyor.
İlker Maga’nın dediği gibi “sadece fotoğraftan anladığını ya da sadece fotoğrafla ilgilendiğini söyleyen insan aslında hiçbir şeyden anlamıyor demektir.”
Bu durum bizi başka bir sıkıntıyla karşı karşıya bırakıyor: fotoğrafın dili aracılığı ile yaygınlaşan yanlış ya da sakıncalı söylemler. Her türlü iktidarın ve hâkim dilin amacına uyumlu söylemler. Nasıl ki iktidar tarafından konuşma ya da yazı dili aracılığı ile geniş kitleler pek çok şeye ikna edilebilir, yönlendirilebilir, harekete geçirilebilir, görsel dil de aynı amaca hizmet edecektir. Yanlışlar ve doğrular önce dil aracılığı ile hayatımıza sızıyor, yaşamımızı şekillendiriyor.
Bu yazının amacı, bugün hala tartışılır durumda olan birçok konu ve kavram konusunda fotoğraf dilinin nasıl etkilendiği ve fotoğraf dilinin bu konu kavram tartışmalarını nasıl etkilediği/etkileyebileceği üzerine biraz kafa yormak. Fotoğraflara konu olan farklı alanlardan örneklerle düşüncelerimi ifade etmeye çalışacağım.
Değinmek istediğim ilk konu fotoğrafta kadın imgesinin kullanımı. Özellikle bizim gibi muhafazakarlığın baskın olduğu bir ülkede kadına biçilen toplumsal rolün ve kadın bedeni üzerinden sürdürülen siyasetin ne olduğu ve sonuçları hepimizce malum. Fotoğraflara konu olan kadın hikayelerinin birçoğu toplumun bakış açısını yansıtıyor zaten. Ama ben özellikle nü fotoğraflar üzerinde durmak istiyorum. Nü çalışmalar her ne kadar muhafazakarlığın karşısında yer alan, muhalif bir anlam taşıyan işler olsa da bunların birçoğu eril dilin hakimiyetini taşıyor. Nü çalışan fotoğrafçıların neden bu alanda çalıştıkları, neyi nasıl söylemek istedikleri, kullandıkları görsel dile dair ne kadar hassasiyet ve sorumluluk taşıdıkları, bu sorular fotoğrafın her alanı için çok önemli elbette ama nü çalışmalar için bence çok daha önemli. Genel olarak nü fotoğrafların diline baktığımızda ise erkek egemen dilin yarattığı “kadın” imajının nasıl da toplumun dili ile uyum içinde olduğuna tanık oluyoruz. Elbette çok iyi örnekler ve istisnalar var ama genel için maalesef doğru bir dil kullanıldığını söyleyemeyeceğim. Bu fotoğraflar, kadın bedeninin erkeğin arzu nesnesi olarak nasıl olması gerektiğinin, “estetik” ve “erotizm” başlıklarını da kendine yandaş edinerek, eril dilin hakimiyetinde, en iyi dile gelmiş belgeleridir. Bu fotoğraflarda tanımlanan kadın bedenine sahip değilseniz ne estetik ne erotik olabilirsiniz, kadın bile olamazsınız. Aslına bakarsanız ister nü olsun ister olmasın, bu bakış açısı ile kadının kullanıldığı tüm fotoğraflarda kadına dair bir hikâye göremeyiz.
Görsel albenisi yüksek bir biçim görebiliriz, hele de sergi duvarlarında büyük boy baskılarla karşımıza çıkan fotoğraflara hayran olabiliriz. Ama “kadın”ı yansıtan sanatsal anlamda görsel bir biçim de göremeyiz. Nesneleştirilerek hikayesinden koparılmış ve süregiden sisteme uyumlu şekilde yeniden üretilmiş bir imge görürüz. Görsel sanatlar alanında hayli üretken olan akademisyen ve aynı zamanda feminist Annette Kuhn meseleyi şu cümleleri ile çok iyi özetlemiş:
“Temsiller üretkendir: Fotoğraflar, önceden var olan bir dünyayı yeniden üretmekle kalmaz, tüketimin (gerçek anlamda satın alarak tüketimin yanı sıra bakarak tüketimin de) nesnesi olan imgenin içinde neyin olacağını, birçok başka şeyle birlikte inşa eden hayli kodlanmış bir söylem kurar. Bu tesadüf değildir, dolayısıyla, fotoğrafçılığın kamusal görünürlüğü olan (ve kârlı) biçimlerinde imge büyük çoğunlukla kadındır. Fotoğrafçılık konu olarak kadını aldığında, aynı zamanda bir anlam seti olan ‘kadın’ inşa eder ve bu set sonradan kendi kendine kültürel ve ekonomik dolaşıma girer.”
Fotoğrafçı fotoğraf dışındaki alanlarla etkileşimini sürdürmediği dolayısıyla yetersiz bir birikimle kullandığı dil ile ne yaptığını düşünmediği, sorgulamadığı sürece ürettiği fotoğrafın konusu ne olursa olsun hâkim dilin sürekliliğine hizmet edecektir.
Diğer bir konu engelliler. Toplumun ve pek çok “aklı başında” insanın genel yargısı engellileri birbirine benzeyen bir kategori olarak ele alır: “normal” kategorisinin dışında bir kategori. Eksiktirler, yardıma muhtaçtırlar, eğitimsizdirler, konuşamazlar, cinsel mesleki ya da toplumsal kimlikleri yoktur, tek kimlikleri “engelli” olmalarıdır. Fotoğraf konusu olarak iyi malzemedirler çünkü kendi başlarına ya da baston, tekerlekli sandalye, kol değneği gibi yardımcı araçlarla fotoğrafın nesnesi olmaları birçok izleyiciyi ilk vuruşta hem de kalpten etkileyebilir. Bu konuda en çok karşılaştığım fotoğraflar: tekerlekli sandalyesinde ya da koltuk değnekleri ile bir köşede mahzunca oturmuş oyun oynayan arkadaşlarını izleyen engelli çocuk fotoğrafları. Ya da dilenen engelliler. Ya da herhangi bir mekânda objektife derin bir hüzünle bakan engelli insan portreleri.
Elbette insanlık durumlarının acısı ve dramı da belgelenmeli, ama burada soruna nereden baktığınız önemli. Bir çocuğun arkadaşlarının oyununa katılamaması, mahzunluğu, bir insanın dilenmesi engelli olmaları nedeni ile değil toplumun ve sistemin “engelli” yaklaşım ve uygulamalarının sonucudur. Konuya buradan değil de son noktadan baktığınızda, bu yaklaşım ve uygulamalara bir katkı da sizin fotoğraflarınız vermiş olur. Konuşma dilimizde olduğu gibi fotoğrafın görsel dilinde de bu bakış açısını yansıtan sözcükleri temizlemeyi tercih etmediğimiz sürece, yani asıl engelli olan bu bakış açısını sürdürdüğümüz sürece bu alanda da hâkim dile hizmet etmeye de devam edeceğiz.
Başka bir konu hayvanlar, ağaçlar, genel anlamda doğa. Doğa fotoğrafçıları genelde odaklandıkları konulara karşı son derece duyarlı ve sorumluluk sahibidirler. Fotoğrafını çektiği mantarı başkası fotoğraflamasın diye çekimden sonra ezip yok eden fotoğrafçı efsaneleri bu yazının kapsamı dışında. Doğa fotoğrafçılarının fotoğraflarında dil kullanımında pek sıkıntı olduğunu düşünmüyorum, hatta onlar sayesinde doğaya karşı duyarlılık ve sorumluluğun arttığını düşünüyorum. Yani doğa fotoğraflarının, hâkim dili doğru yönde değiştirdiğini ve dönüştürdüğünü rahatlıkla söyleyebilirim. Diğer yandan hayvanların ve doğanın korkunç biçimde sömürüldüğü boğa güreşleri, deve güreşleri, horoz dövüşleri, köpek dövüşleri gibi etkinliklerin çok normal ve bir kültürün vazgeçilmez parçası gibi dile getirildiği fotoğraflar, erkek egemen bir dilin temsili olduğu kadar insan merkezli dilin de temsili oluyorlar. Son yıllardaki Kars’ın at arabası çekimlerini de bu kapsama alabiliriz. Bugün insanlığın geldiği noktada en çok ve en korkunç biçimde sömürülen kesim hayvanlar ve doğa. Kullandığımız dil bu sömürüyü mükemmel biçimde hasır altı ediyor, fotoğrafın dili insan merkezli bir dil olmaya devam ettiği ve hâkim dile muhalif bir dil olamadığı sürece bu sömürünün faillerinden biri olmaya devam edecek.
Bağlantılı olarak yemek fotoğraflarına da değinmeden geçemeyeceğim. Et ve hayvansal gıdayı konu alan fotoğrafların hayvansal gıda endüstrisinin dünyaya verdiği zarar, vegan ve vejetaryenliğe dair yeterli bilgi edinilmeden, bu konular göz ardı edilerek üretilmesi yine eril ve insan merkezli dilin sürekliliğini sağlıyor. Özellikle bu konuda tüm fotoğrafçıları duyarlı olmaya davet ediyorum. Et ve hayvansal gıdaların yer aldığı fotoğrafları gördüğümüzde ben ve benim gibi düşünen insanlar fotoğrafınızın ne kadar harika olduğunu görmüyor, korkunç bir katliamın izlerini, hayvan cesetlerini, annesinden çığlık çığlığa ayrılan kuzuları, keçileri, kayalara vurula vurula hunharca öldürülen ahtapotları görüyor. İlla et fotoğrafı çekmek istiyorsanız buyurun mezbahalara gidip çekim yapın, en doğrudan biçimde ne demek istediğimi hem siz hem de fotoğraflarınıza bakanlar anlayacağından dünyanın en büyük sorunlarından birine dair muhalif dilin en iyi örneklerinden birini gerçekleştirmiş olacaksınız. Ya da hayvansal gıda üreten fabrikaların arka bahçelerine gidin, tabağımızda gördüğümüz leziz şeylerin arka fondaki hikayesine fotoğraflarınız sayesinde hep birlikte tanıklık edelim. Hayvan pazarlarını yıllardır belgeleyen fotoğrafçılar, gördüğümüzde dehşete düştüğümüz fotoğrafları ile, bu açıdan çok doğru bir dilin yaygınlaşmasını sağlıyorlar.
Dilin kemiği olmadığı gibi fotoğrafın dilinin de kemiği yok. Fotoğrafı görsel sanatların bir dalı olarak ele alıp özgün, çok yönlü ve zengin bir görsel dili geliştiremediğiniz, bu doğrultuda üretenin de tüketenin de fotoğrafçılar olduğu kısıtlı bir alanda kısır bir dilin dışına da çıkamadığımız sürece ister fotoğraf alanında ister fotoğraf dışı alanlarda yaşadığımız mevcut düzenden şikâyet etme hakkımızın olduğunu düşünmüyorum. Dilin kemiği olmadığı için sarf ettiğimiz her sözcükten sorumluyuz. Çünkü bugün ne yaşıyorsak bundan hepimiz sorumluyuz.
22 yaşında Vietnam Savaşı’na giden, döndükten yıllar sonra yazar olan Tim O’Brien, ilk basımından beri dünya çapında iki milyon okura ulaşan Taşıdıkları Şeyler isimli romanında savaşa dair olmayan hikayelerle savaşı muhteşem biçimde anlatır. Romanın bir yerinde “Hikayeler bizi kurtarabilir.” der, savaşın asla silinemeyecek ruhsal hasarını ancak yazarak hafifletebildiğini anlatır. Ve ekler: “Sözcüklerin fark yarattığını öğrendim.” Sözcüklerin fark yaratmadığı bir kitap bize bir şey söyleyemez. Sözcüklerin fark yaratmadığı bir fotoğraf da bize bir şey söyleyemez.
Yazıya eşlik eden fotoğraflar, benim için işin doğrusu bu dediğim fotoğraflar. Fotoğrafın sözcükleri ile benim için fark yaratan fotoğraflar. Bu yazı ile paylaşmama izin verdikleri için fotoğrafçılarına teşekkür ederim.
Sözcüklerin fark yarattığı fotoğraflarda buluşmayı dileyerek…
Sevgili Şule harikasın. Yine sabah sabah düşüncelerin kucağına atıverdin bizleri. Dikkat, hayatın olduğu gibi fotoğrafın da en önemli ögelerinden biri. Bir yandan -fotoğraf için bile olsa- alanımızı genişlettiğimizde hep diğer yandan birilerinin yaşam alanlarına ve özgürlüklerine müdahalede bulunmuş oluyoruz. Dikkat etmeliyiz. Yüreğine sağlık. Fotoğraf kullanımın için de teşekkür ederim.
Sevgili Merih, senden bunları duymak ne güzel. Çok mutlu oldum. İyi ki varsın. Ben teşekkür ederim fotoğraflarını kullanmama izin verdiğin için. Sevgiler.
Sevgili Şule,
Önemli ve etkili yazın için teşekkür ederim.
Sevgili Altan, burada olduğum için şanslı görüyorum kendimi. Ben teşekkür ederim. Sevgiler.
Şule Hanım merhaba,
Yine çok etkileyici yazınız için teşekkür ederim.
Tolga Bey, beğeniniz için ben teşekkür ederim.